“Resim Sanatımızın Bağımsızlığı Üstüne”
(Dost, cilt 18, Haziran 1966:8-9.)
Batıda toplum içine kök salarcasına yerleşen yağlıboya resim sanatı, bizim de ilgimizi çekmiş; 1480 yılında Gentile Bellini’yi İstanbul’a getirten Fatih Sultan Mehmet kendi portresini yaptırır. İkinci Mahmut ise, hadiselerin canlı figür yasağına karşı çıkmak yolunda, devlet dairelerinde kendi portrelerini astıracak kadar işi ileriye götürmüş. Abdülmecit ve resim yapan Abdülaziz, Harbiye ile Topçu okullarında resim, harita derslerinde başarı gösterenlerin, Avrupa’ya haritacılık ve resim üstüne eğitim için gitmelerini daha çok sağlamışlar. İlk ressamlarımızın çoğunun Asker oluşu, bu yüzden. Bu çabaların sonunda 83 yıl önce “Sanayiinefise Mektebialisi” açılır ve okulda canlı, ama yarı-çıplak modelden çalışmalar, 59 yıl önce başlar. Osmanlı Ressamları Cemiyeti ise ilk sergisini 50 yıl önce açmıştır. Batılı anlamda yağlıboya resim, önce Saray ve çevresinde sonra Sanayi-i Nefise Mektebialisi’nde, Cumhuriyet dönemine gelinceye kadar ağır ve çokluk aksayan tempolarla yol alır.
Cumhuriyet döneminde 1926’dan sonra resim ve heykel alanında gitgide yoğunlaşmaya başlayan birtakım devinimlere girişilir. Ankara’da sergilerin açılması, Atatürk’ün müze sorununu ele alması, resim ve heykelle halkımızı karşı karşıya getiren bir yığın işlemler… İnönü’nün Güzel Sanatlar Akademisinde eğitim işlerine önem verilmesi yolunda bir takım çabaları ve Devlet resim-heykel sergileri gibi devinimler birbirini izler.
Pek kestirme bir özetini verdiğimiz bu resim sanatımız serüveninin belirgin niteliği ise, daima Batı etkisi altında, halkımızın umursamadığı, yaşamına sokmak zorunluluğunu duymadığı, sürekli devlet yardımı ile ayakta zar zor durabilen diye tanımlanabilir.
Artık açık yürekle ve dürüstlükle ta Fatih Sultan Mehmet zamanından günümüze değin gelen şu olguya eğilmek gerektiğine inanıyoruz. Resim sanatı için, toplumumuz yapısına yerleşti, halk bu işi seviyor, Ankara, İzmir, Adana gibi büyük şehirlerimizde halkın pek sık uğradığı plastik sanat müzelerimiz, bu müzelerin yanı sıra özel galeriler, resim ve heykele yatırım yapanlar, koleksiyoncular var, diyebilir miyiz?
Öyle görünüyor ki bizim ressam ve heykelcilerimiz, İkinci Mahmut’un hadislerin koyduğu yasaklara karşı çıkışı gibi cesur bir atağı düşünemedikleri gibi, Türk halkının canlı figür tasviri yasağından hiç vazgeçmeyeceğine, resim ile heykeli hep yadsıyacağına kesinlikle inanmışlardır. Saray yanı yöresinde, bir takım paşalar katında başlayan resim çalışmaları halka gösterilmeksizin sürdürülmüş ve paşaların bir çoğu Avrupa’ya sergi açmak üzere taşınmışlar, oranın anlayışına uymaya, orada başarı elde etmeye uğraşmışlardır. Türkiye’den bu sanat açısından hiç bir şey beklememek anlamına gelen bu davranış, zamanla Batıya bağlanmanın yolunu iyice açtı. Giderek, tekniğinden tutun da; Batının tarihi gelişimi içindeki çeşitli anlayışlarına, zevk açılarına, onların yaşama verdikleri anlama değin, olduğu gibi hepsini kabullenen plastik sanatçılarımız, bağımsızlığı yitik birer uydu sanatçı durumuna düştüler.
“TÜRKİYE’DE RESİM YAPILMAZ. TÜRKİYE’DE SERGİ AÇILMAZ. TÜRKİYE’DE RESİM ANLAŞILMAZ” ve benzeri sözler, duymaya alışık olduklarımızdır. Gençlerden tutun da, yaşı kırkı aşmış sanatçılarımıza kadar, tası tarağı toplayıp, Batıya yerleşmek üzere göçenlerin sayısı az değildir.
Tanzimat’tan beri, hep de üst yapıda kalan bir takım devinimleri yaşayışımıza uygulamaya kalkıştık. Batılı anlamda resim yapma özlemi de bunlardan biri. Halk yığınlarının yaşamına bu devinimin nasıl, hangi yolla girebileceğini, halkta bu devinime gereksinme duyurmanın çarelerini aramadan, bulmadan uygulamaya, kalkıştık. Öyle ama, halkın sürekli olarak eski inançlarında ki direnci ile karşılaştık. 30 Mart 1966 günü gazetelerimizde şu haber yayınlandı: İmtihanda insan resmi yapmadı. Sakarya: İbrahim Köse isimli bir şahıs dışardan girdiği ilkokul bitirme imtihanında insan resmi yapmadığı için başarısız sayılmış ve diploma alamamıştır. İbrahim Köse, insan resmi yapmasını isteyen imtihan heyetine “insanı Allah yaratmıştır, insan resmi yapmak günahtır” demiştir. Bugün, Atatürk’ün heykellerine saldırılacağı akla gelir miydi? diyoruz. Demek kendi zavallılığına öylesine bırakılmış insanlarımız var ki, bunlar Atatürk’ün heykellerini kırmayı, putperestliğe karşı çıkmak sanıyorlar.
Hani neresinden tutarsanız tutun, Türkiyemizde heykel ve resim halk yığınlarının yalnız umursamadığı değil, kimi zaman da yadsımakta olduğu, karşı çıktığı, ola ki, baştan sona günahkarlık da saydığı şeylerdir. İnsanı kaskatı donduracak bu gerçeğin yanı sıra; kafasını olduğu kadar gönlün de Batı’ya kapatırmış, sadece Batı’yı düşünüp, orası için resim yapan; “Türkiye’de resim yapılmaz, bu resim Batı’da metelik etmez, Türkiye’de sergi açılmaz” diye çan çan öten sersem sanatçımız, bir de onu Türkiye’de bu kadar halktan kopmuş olarak yetiştiren anlayış ya da düzen, toplumumuza sırt çevirişin sonuçlarını gördükçe akıllanacaklar mı? Örneğin, Adana’da, İzmir’de, Konya’da sergi açan sanatçıları kuşku içinde izleyecek, bunlar ne demeye buralara geldiler? dermişçesine pis pis düşünecekler mi? (….)
Demek günümüzde iki açmazla karşı karşıyayız; Bir yanda kendi başına bırakılmışlığın içinde bulunan halkımızın, hadis yasaklarından artakalmış direnci, ötede ise, her an Batıya gitmek özlemleri içinde ve daima Batıyı düşünerek adeta Batı için resim, heykel yapmak bağnazlığına saplanmış plastik sanatçılar…
Birbirine bu kadar karşıt olan koşullar içinde, ressam ve heykelcinin gönüllerini Batıya kaptırmalarını, ola ki şimdi de doğal görenler vardır. Ne var ki, sürüp giden durumda, Türk plastik sanatlarının bağımsızlığı, nerde ise olanak dışı. Batının uydusu, bağımsızlığı yitik durumda, yerinde sayıp duruyor ya; plastik sanatçılarımızın bir çoğu bunu, çağdaşlık sorunun çözümü olarak görüyorlar. Çağdaşlıkla hiçbir ilişkisi yok uydulukların oysaki…
Temelinde birtakım gerçek özellikler bulunmadan, hangi çağdaşlığa varabiliriz ki? Buna ermek ise halka sırt çevirmekle, onun yaşamına bu sanatları sokmanın gerçek yollarını aramamakla, onu bu sanata gereksinim duyacak olanlara kavuşturmayı düşünmemekle olur mu?